LGS SÜRECİNİ NASIL GEÇİRELİM?

Dershane sürecinden sonrasına buradan devam edelim…

Çocuk dershaneye başladığında, çok ciddi bir tempo içine giriyor. Henüz okullar açılmadan dershane programları başlıyor zaten. Hem okul, hem dershane, hem etütler derken, daha önce hiç girmediği bir koşturmaca içinde buluyor kendini. “Daha önce hiç girmediği” ifadesini bilerek kullandım. Çünkü pek çok çocuk –içinde benim oğlum da dahil- okul derslerine bu denli yoğunlaşarak çalışmıyor. Okullarda anlatılan dersler, sınavlarda sorulan sorular, LGS ile kıyaslanamaz bile. Daha kolay, basit, dersi dinlese yetecek seviyede hatta bazı dersler için. Çalışan öğrenciler de genelde, sınav dönemleri ders çalışır. Ama mutat bir şekilde düzenli ders çalışan öğrenci sayısı bir elin parmaklarını geçmez.

Hal böyle olunca, bir anda kendini böyle bir keşmekeş içinde bulan çocuklar, fazlaca stres yüklenir. Hem ergenliğin getirdiği fizyolojik-psikolojik buhranlar, hem bu sınav stresi ile, karşınızda bambaşka bir çocuk bulabilirsiniz. Sakin olun! J Böyle bir dönüm noktasının, hayatlarında ergenlik gibi başka bir dönüm noktası ile kesişmesi çocuklar için çok zor bir durum, anlayışla yaklaşmak gerekir.

En önemlisi aramızdaki iletişim

Çocukla bu dönemde kurduğumuz ilişki her şeyden önemli: Gireceği sınavdan, elde edeceği başarıdan ve hatta gideceği okuldan da! Çünkü zaten ergenlik döneminde evden uzaklaşıp akranlara yönelme yaşanırken, bir de kendilerini asla anlamadıklarını düşündükleri ebeveynler ile nasıl iletişim kursunlar? Bu sebeple aranızdaki diyaloglar şuna indirgenmesin: Ders çalış! Dersini çalıştın mı? Okulda/dershanede/ etütte ne yaptınız? Kaç soru çözdün? Denemeden kaç aldın?

Bu dönemde çocuğun annesi(!) kalmaya devam edin. Aç mısın, yorgun musun, nasılsın, ne hissediyorsun sorularını, yukarıdaki sorulardan daha sık sorun, muhabbetleriniz bunlar üzerine kurulu olsun. Okul, dershane/kurs vs. gibi ders çalıştığı ortamlar varsa, kütüphanelere gidiyorsa, bırakın ev onun için dinlenme alanı olsun. Her boş gördüğünüzde, üzerine atılmayın. Dinlenmeye, kafa dağıtmaya ihtiyacı var. Ders çalışması karşılığı ödül ya da ceza vadetmeyin. Ders çalışması içsel bir motivasyon ile olsun. Neden ders çalışması gerektiğine ikna edin. Aksi takdirde çok yorucu bir süreç yaşarsınız. Ne demiş atalarımız: Taşıma su ile değirmen dönmez!

Biz peşinde olmasak asla kitap açmayan çocuklar var, onlar ne olacak?

“E hocam, bıraksak ipin ucunu, umurunda bile değil. Motive olmuyor bu çocuk, ille de dürtmek gerekiyor.” Doğrudur, bazı çocuklar için sizin lokomotif görevi görmeniz gerekir. Onlar arkadan yavaş da olsa gelir. Ama bazı çocuklar vardır ki, o lokomotif ile vagonun arasındaki vidaları gevşetip kopar gider. O yüzden, desteğe/motivasyona ihtiyacı olan çocuk ile hiç yapmak istemediği halde zorladığınız çocuğu ayırt edin. Bir yerden sonra sinirler laçkalaşır, gerginlik had safhaya ulaşır, ağzınızdan sonradan pişman olacağınız cümleler çıkar. Gerek var mı? Bence yok. Kimsenin beynine zorla bilgi sokamaz, zorla dersin başına oturtamazsınız. Motive etmenize ihtiyaç duyan, güzel sözler ile gaza gelen öğrencilere yoğunlaşın.

Diğerlerini tamamen mi salalım? Yok, öyle demiyorum tabi ki. Ama o içsel motivasyona ulaşacakları yolların peşine düşün, diyorum. Sınav neden var, neden hazırlanmalı, neden iyi bir lisede okumalı?

Neden iyi bir lisede okumalı?

Heh buraya gelmişken… Neden iyi bir lisede okumalı, sorusunun cevabı, kesinlikle “iyi bir üniversite kazanmak için” olmamalı. Çünkü öyle değil. Her zaman söylerim. Ben Çapa Öğretmen Lisesi mezunuyum (şimdi Çapa Fen) ama üniversitede ev arkadaşlarımdan üçü açık liseden gelmişlerdi. Hem de Tarih gibi sözel, Fizik gibi sayısal bölümler kazanarak. İyi bir okulda okumanın en büyük avantajı, oraya gelen öğrencinin de belirli hedefler dahilinde gelmiş olması, ortalama gençlikten –gerek hedefleri, gerek yaşantısı- biraz daha yukarı bir seviyede olması, buradaki öğretmenlerin daha idealist olması…gibi sayabileceğim pek çok olumlu yönlerdir. Yoksa üniversiteyi her türlü kazanır. Şimdi gençler, okulun son senesi açık liseye geçiyor hatta, zaman kaybı olmasın hem okul hem dershane diye.

Ben oğluma bunları anlatarak sormuştum en başında da. Böyle benimki gibi bir okulda okumak ister misin, diye. İçsel motivasyonu böyle sağlamıştık.

Ders konusunda sanırım anlaştık. Koçluğu, öğretmenleri yapsın, biz anne kalmaya devam edelim. Ama arka planda sürekli öğretmenleri ile irtibatta olalım. Denemelerini takip edip, ne derece ilerleme var biz de bakalım. Kendi adımıza eksikler neler, tespit edelim. Daha iyi olması için bize düşen bir görev varsa yapalım. Ders çalışma stilini takip edip, hatalı yönler varsa düzeltelim, gibi. Ama tüm bunları çocuğun başına kakarak değil, güzel bir diyalog içinde ve çoğunu da rehber/koç hocası ile koordine olarak.

Çocuk çok istekli, çalışıyor ama başaramıyorsa?

Her çocuk aynı kapasitede olmuyor elbette. Bizim öğrenci evinde bir arkadaşımız vardı. Sabahlara kadar lambası yanar, uykusu gelmesin diye her gece kahve içerdi. Ama en düşük notları alırdı genelde. Çünkü çalışma stili çok yanlıştı bana kalırsa. Nasıl çalışılacağını bilemediği için, o kadar vakit harcamasına ve emek vermesine rağmen, bir türlü başarı elde edemiyordu. Ama bir diğeri, akşamın erken vaktinde yatar, sabah ona göre kalkar, her günün dersini muntazam bir şekilde çalışır ve her dersten en yüksek notları alırdı. Zaten de birinci senesi ilk dönem 4.0 ortalama ile bizi hiç şaşırtmadı. Çocuk başarısız oluyorsa, çalışma metodunu gözden geçirmek gerekir. Bunu anne olarak siz bilemeyebilirsiniz, her anne eğitmen/öğretmen/koç değil neticede. Ama hocasıyla istişare edebilirsiniz.

Kapasitesinin üzerinde beklenti içine girmemek

Tüm bunların düzeltilmesine rağmen hala istenen başarıya ulaşamıyorsa, çocuğun kapasitesi bu kadardır. Bir litrelik sürahiye, bir damacana su boşaltmaya çalışmayalım. Olduğu kadarıyla motive edelim. Bir öğrencim vardı. Hep 20’lerde notlar alıyormuş. Bizim dersimiz sonrası ilk sınavından 48 almış. Annesi arayıp “E hocam o kadar da özel derslere başladı filan, yine niye düşük aldı?” diye sordu. Bakınız, hata! Çocukta iki kat yüksek not alacak bir ilerleme var. Üstelik İngilizce ’de sen ben ne demek onu bile bilmeyecek kadar temelsiz bir 6. Sınıf öğrencisiydi. Ve sadece 2 ay ders yaparak bu başarıya ulaşmıştı. Başkası olsa belki 70-80’leri zorlardı ama bu not bile onun kapasitesi için çok iyi bir sonuçtu. Ben öğretmeni olarak bunu gözlemleyebiliyorum. Bu sebeple, 8 yanlış yaparken, 7 yanlış yaptıysa da tebrik edin, motive edin, devam edin.

Bunu yaparken de çok uçuk hayaller peşinde koşmayın, koşturmayın. Sen yaparsın, aslansın, kaplansın gibi gerçekçi olmayan sözler ile motive edeceğim derken, daha beter yaparsınız işleri. Sonuçta hayal kırıklığı ile baş etmesi zor olur.

Çok çalışkan, kendi kendine de motive ama aşırı kaygılı?

En çok dikkat etmemiz gereken aslında bu grup. Bazı çocuklar stres düzeyi yüksek anlamında kaygılı, bazıları ise patolojik boyutta kaygılıdır. Bunu anne olarak siz nasıl gözlemleyebilirsiniz? Kaygı çok mantıksız bir zeminde ilerler. Derslerinde zaten başarılıdır, ders çalışıyordur sistematik bir şekilde, hocaları kendisinden memnundur. Ama çocuk hep bir “yapamıyorum, yapamayacağım” edasıyla gezer. Bir türlü yaptıklarını yeterli görmez, oradan odak noktasını başka yerlere çekemez. Denemeler öncesinde de aşırı stresli olur. Normal testlerde gösterdiği başarıyı denemelerde belki gösteremez. Denemelerde daha rahat gibi davransa da, gerçek sınav ile ilgili senaryolar üretir kafasında. Bu tür çocuklar için mutlaka sınav kaygısı ile baş etmelerine yardımcı olmak adına, bir uzmandan destek alın. Patolojik boyutta olmayan kaygı, daha doğrusu stres durumu, olumlu bir şeydir. Ya yapamazsam anne yaa! Sorularına, “yapamazsan ne olur” diye soruyla karşılık verip B planı düşünün. Benim oğlan birinci dönem biraz kaygılıydı. B planım, iyi bir lise kazanamazsa, açık liseden eğitimine devam edip, bu sırada dil kursuna gitmesi şeklindeydi. İngilizce temelinin üzerine binayı birlikte sağlamlaştırıp, Arapça için bir dil kursuna göndermek gibi. Aklına yattı, kaygısı gitti, kazanamazsa da dünyanın sonu değildi. Ama aşırı kaygılı çocuklar için bu soruların cevapları bu kadar basit değildir.

Stres insanın hayata tutunması için önemli bir etkendir. Stres uygun bir seviyede olursa, soruları daha dikkatli okumasına, derslerine daha iyi çalışmasına sebep olur. Ama o seviye artarsa, aksi durum gerçekleşir. Hocaları, gereksiz görse bile, siz çocuğunuzu gözlemlediğinizde, ihtiyacı olduğunu hissediyorsanız, destek alın.

Bir anne, bir öğretmen olarak LGS süreci ile ilgili tecrübe ve görüşlerimi, pek çok anne ve çocuğa faydalı olması adına paylaşmak istedim. Sorusu olan olursa, seyyafinannesi@gmail.com adresine mail atabilir, instagram üzerinden ev.okulumuz hesabından dm ile iletişime geçebilir.

Cehalet Mazeret mi?

Bir gün oğlan okuldan geldi, elinde paketli zararlı gıdalardan biri. Bütün arkadaşlar okulda böyle şeyler yiyorlar, benim de canım çekti aldım bir tane, dedi.

Ne kadar zararlıdır kim bilir, içindekileri okudun mu? Diye sordum.

Bilerek okumadım boş ver, okusam yiyemeyeceğim, en iyisi okumadım, keyifle de yedim, dedi.

İnsan doğasını öyle güzel anlattı ki bu birkaç cümle ile. Gerçeğin ta kendisinin orada yazılı olduğunu bildiği halde, bu bilginin kendisine getireceği sorumluluktan kaçtı; nefsinin isteklerini bu “gerçeğin bilgisi” yüzünden yerine getiremeyeceğini bildiğinden, görmezden geldi. Neyin doğru ve yanlış olduğunu biliyor, kendisinin yanlış olanı tercih ettiğinin farkında ve bu seçim ile sadece nefsi bir tatmin elde etmiş oldu. Kısa vadeli bir haz. O yediklerinin vücuduna uzun vadede verdiği zararı düşününce, ne yanlış, ne zararlı bir al-ver dengesi.

Ve bu seçim dolayısıyla başına olumsuz bir şey gelirse, ne “bilmiyordum” diyebilir, ne de o üretici firmayı suçlayabilir. Adamlar demez mi: “Biz yazdık kardeşim işte içinde ne varsa. Ona göre tercihini yapsaydın. Sorumluluk almayız biz!” diye…

Ah insan…

Rabbin sana bir Kitap gönderdi. Bunu, senin cinsinden olan birisi aracılığıyla yaptı aleyhisselam. Senin için ne faydalı, ne zararlı, senden ne bekleniyor, neyi yapman, neyden kaçınman isteniyor, hepsi yazıldı içinde. Ve sen, bu bilginin sana getireceği sorumluluktan kaçtın. Cehaleti mutluluk saydın. Oysa din, cehaleti mazeret kabul etmez. Bilmiyordum, deme lüksün olacak mı gerçekten?

Kuran okumayı bir ibadet saydı da insanoğlu, içinde ne yazdığını okumaya eli varmadı. Kendisine ne emrediliyor, bunu öğrenmekten kaçındı. Bazen kulağına çalındı bir şeyler. Faiz haram, dendi mesela. Ama o evi faizsiz alamayacaktı. Duymazdan gelmek en iyisi olacaktı. Yaa demek haram! Öyleyse ben bu dine tabi olan biri olarak, dinim bana tam olarak neyi yasaklamış öğreneyim, demedi.

Anlatma anlatma, dedi din konuşan birileri görünce. Sen de konuyu hep dine getiriyorsun, diye susturdu mesela. Başörtülüleri etrafta görmek istemedi, çünkü gözlerini kapatmaya ve unutmaya çalıştığı gerçekleri gözüne gözüne sokuyordu bu kılık kıyafet. Hele sakallı cübbeliler! Asr-ı saadetten fırlamış gibiydiler.

Ahiretten bahsedilmesine tahammülü olmazdı bazen de. Ölüm hakikati, duymayı en son isteyeceği şeydi. Oysa kendi yakınını kaybetmese de, doğada her daim bir ölüm-doğum döngüsü olduğunu görebiliyordu. Ama kendini oyaladığı o dünya koşturmacası içinde, ölümü hatırına getirmemeye çabalıyordu. Tam da böyle bir anda sen de kalkıp ona Cennet var, Cehennem var, diyorsun. Olacak iş değil!…

Küçük bir çocuk suç işlediğinde, yapmaması gereken bir şey yaptığında, senin için çok önemli bir belgenin üzerine resmini icra ettiğinde farz-ı muhal, kızamazsın. Küçüktür, aklı o kadarına eriyordur, hayat tecrübesi o kadardır, daha önce bir yerlerden öğrenmiş değildir ne doğru ne yanlış ve dahi öğrenme şansı da olmamıştır. Hem okuma yazma bilmez, hem öğretmek istesen yaşı yetmez. Uyarırsın, onun cehaleti, onun suçunu örtecek bir mazeret olur.

Sen ah insan… Ne o çocuk gibi küçüksün, ne aklı noksan ve hesaptan kurtulmuş bir kulsun. Senin ruhun yaratıldığında Rabbin senden söz almıştı zaten. Sen de “Bela, şehidna!” demiştin. Bütün hücrelerinde var olan bir kod senin: Rabbin Allah, dinin İslam, Peygamberin Muhammed aleyhisselam! Sen bütün bu gerçeğe sırtını dönsen de, ayın on dördü gibi parlıyor işte. Devekuşu misali, kafanı toprağa gömdüğünde ne görünmez olursun, ne sen o kumun altında zifiri karanlıktasın diye, güneşin ışığını kesebilirsin.

Öyleyse ne yapmalı? Oku, diye başlayan Rabbin sana emretti. Oku! Kainat kitabını oku. Nasıl canlanıyor doğada her şey bak baharın gelişiyle. Bunu göz ardı edebilir misin? Bunca nimeti senin için Yaratan, seni başıboş mu bırakacaktı gerçekten? O zaman bunca güzelliğin, iyiliğin, fenalığın, kötülüğün ne manası olurdu? Nasıl amel edeceğini görmeyi diledi. Ve nasıl amel etmen gerektiğinin tüm şifrelerini sana gönderdi. Rabbin sana zulmetmedi, ama şüphesiz ki sen kendi nefsine zulmettin. Bu şifreler, içi altın dolu bir kasanın şifreleri olsaydı ve filan yerde aşılması zor bir mekanda gizli olsaydı, onun için canını bile tehlikeye atmaktan kaçınmazdın. Tüm maceralı yollardan geçer, denizler dağlar aşar, o şifrelere ulaşırdın. Ne için? Sadece birkaç gün faydasını görebileceğin birkaç parça altın için. Geçici olan, bugün sana fayda verse, yarın senin için hiçbir anlam ifade etmeyecek bir dünyalık için.

Rabbin sana içi altınlar, ipekler, altından ırmaklar akan köşkler dolu cennetleri vadediyor ve şifreleri Kuran’a apaçık bir şekilde yerleştirmiş. Üstelik o şifrelere ulaşmak için öyle çetrefilli yollar aşmana bile gerek yok. Fakat sen yüz çeviriyorsun öyle mi? O zaman Kuran diliyle veyl olsun, denmez mi sana? Bu nasıl bir akıl tutulması? …

Tüm her şeyi bir anda öğrenmeliyim o zaman, zannına kapılıp nefsine zulmetme. Sonra ye’se düşürür şeytan. Zaten her daim pusuda bekliyor bilirsin. Bu kadar şeyi ben nasıl öğreneceğim, ben de ne kadar cahilim, benim bunlara ömrüm bile yetmez. Deme! Başla, hemen şimdi hala nefes alıyorken başla. Kuran’ı anlamını bilerek, anlayarak oku. Rabbinin sana emrettiği temel farzları öğrenerek ve yerine getirerek başla. Namaz kılan birçok insan gördüm zaten, biliyorum nasıl kılındığını, deme. Onu da oku. Nasıl örtünmen gerektiğini falana filana bakarak değil, doğrudan Rabbinin emrine bakarak öğren. Bu yolun yolcusu ol, Rabbinden hakkıyla korkanlar bilir ki Rabbimin Rahmeti, Azabını kuşatmıştır. O Rahman ve Rahim olandır. Kullarını asla terk etmez, son nefese kadar fırsat sunar onlara.

Sen de bu fırsatı iyi değerlendir öyleyse. Milyarlarca insan, dünyada O’ndan gafil yaşıyorken, O, Kendi’ni sana tanıtmış, bu boşuna mı? Sen bu nimeti nasıl elinin tersiyle iteceksin? İman ettiğini iddia ettiğin Zat’ı ve senden istediklerini ömrün boyunca öğrenme çabası içinde ol. Ol ki cennette, bir mecliste adı geçtiğinde elini kalbine götürüp salavat getirdiğin o Peygamber (s.a.v.) ile komşu ol…

Rabbimiz, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa bizi nefsimizle baş başa bırakma. Şeytanın adımlarına uydurma… Seni hakkıyla tanımayı, Sana hakkıyla kulluk edebilmeyi bize nasip eyle… Âmin…

ille namaz…

Oruç ayı geldiğinde, inanan her insanın oruç tuttuğunu görüyoruz. Ve biliyoruz ki bir gün kasıtlı olarak orucunu bozan ya da tutmayan kişi, 60 gün üst üste olacak şekilde kefaret orucu tutmak zorunda. Hem büyük bir günah, hem ödemesi ağır bir bedele sahip olduğu için, inanan bir kimse kolay kolay orucundan vazgeçemiyor. Aman, diyor, sonra 60 gün nasıl tutacağım?

Oruç konusunda gösterdiğimiz hassasiyeti, namaz konusunda neden gösteremiyoruz?

Birincisi, namaz ömür boyu süren ve her gün 5 vakit yapmak zorunda olduğun bir ibadet olduğu için, nefsi daha çok zorluyor. Oysa oruç senede bir kez geliyor bir aycık, ve herkes aynı anda tuttuğundan toplumsal bir hava oluşuyor. Gurbette hemşehrilerinle toplaşır da kendini güvende hisseder, mutlu olursun ya, onun gibi.

İkincisi, bizim toplum olarak bize farz kılınan ibadetler konusunda bilgimiz çok nakıs. Oruç tutmayan kişiye zındık gözüyle bakarlar da, namaz kılmayan adama zerrece laf etmezler. Bir gün mahallede mukabele yaparken sormuştum: Şu mahallede oruç tutmayan bir komşunuz olsa hakkında ne düşünürsünüz? Herkes bir kem küm. Ne demek oruç tutmayan bir komşu! “Peki, diyelim ki falanca komşunuz namaz kılmıyor, onun hakkında da bu kadar katı düşünür müsünüz?”

Baştan bozuk bir anlayışımız var ne yazık ki Allah’ın üzerimize farz kıldığı işlerde. İleride kılarım, anlayışıyla hiç namaz kılmayanları ayrı tutuyorum. Bu başlı başına insanın imanında ve ahiret inancında sıkıntı olduğunu gösterir. (Bu bilgi eksikliği olarak adlandıracağım bir durum değil, onu ayrı ele almalı). Fakat bir de, namaz kıldığı halde vakitlerde gevşeklik gösterenler var. Çok acil işleri var mesela, kazaya bırakırım, diyor. Çok rahatsız, “e n’apayım, çok rahatsızım, toparlanınca kılarım” diyor. Abdest alacak yer yok şimdi burada, eve gidince kaza ederim, diyor. İşte bizim bilgi eksikliğimiz tam olarak burada başlıyor. Kardeşlerim, NAMAZIN KAZASI OLMAZ. Keşke hocalarımız, yıllardır kılmadığınız namazları nasıl kaza edeceğinize dair takvim bilgisi verdikleri kadar, namazın öyle zorlandığınız, sıkıştığınız, daraldığınız, rahatsızlandığınız zaman kazaya bırakamayacağınız bir amel, bir emir olduğu hakkında da daha çok bilgiler verseler de insanımız bu konuyu kâmil manada anlasa.

Namazın kazası olmaz, ne demektir? Ayet ve hadislere bakın. Hepsini tarayın, okuyun, araştırın. Bir tane dahi “şu durumda namazı kılmasa da olur, ruhsatı vardır, sonra kaza eder” diye bir ibare bulamazsınız. Uyuyakalır ya da unutursa, hatırladığında (ya da uyandığı vakit) kılsın, diye bir hadis görürsünüz ancak. Bu ne demektir? Oldu ya ağır bir uykuya daldın öğle vakti. Uyandığında ikindi ezanı okunmuş bile. Gitti öğle namazı! İkindi namazının farzını eda etmeden, öğlenin kazasını kılarak namazı iade edeceksin. Öyle “askıya alarak” değil yani. Aaa öğle namazım kazaya kaldı, kılarım bir ara, anlayışıyla değil. Âlimler, hamile kadının doğum esnasındaki namazını bile uzun uzadıya fıkhetmişler. Nişan gelmemişse, suyu gelmemişse, vesaire gibi pek çok şerh var. Doğuma bir saat kala, hastane önlüğü ile akşam namazı kıldığım oldu oturarak. Yatsı ile bebek dünyaya geldi ve lohusa hükmüne girmiş oldum. Ay bunca doğum sancısının içinde ne namazı! Mı diyeceğiz? Allah’tan korkarız.

Bebeğim çok küçük çok ağlıyor namaz kılamıyorum. –Kucağına alarak kılabilirsin.

Çok hastayım ayakta duracak halim yok. – Oturarak kılabilirsin.

Oturacak halim bile yok, kafamı tutamıyorum. – Yatarak, ima ile göz ucuyla kılabilirsin.

Abdest alacak su yok? – Teyemmüm ile alırsın.

Toprak bile yok, bir odanın içindeyim? – Duvarlara ellerini vurarak teyemmüm et.

Çamaşırımı değiştirme imkanım olmayan bir haldeyim, namaz vakti de geçecek. – Farziyet, zaruret haline gelmiştir, kılmak zorundayız o halde de.

Savaştayız, düşman karşı cephede, üzerimize saldırıyor. –sırayla kılın, rekatlar arası saf değiştirin (ayetlerde detaylı bir şekilde nasıl kılınacağı anlatılıyor.) Bakınız, savaşta! Namazı tehir etmemişler, kılmışlar…Savaş diyorum, doğum anında bir kadın diyorum, daha ne desin bu din bize…

Hiçbir bahane sunamazsınız namaz için. Senin sunacağın her mazeretin bir fıkhı var. Namazın kazası olmaz, demek budur. Bakın Allahu Teâla ayetlerde ne diyor: Oruç size sayılı günlerde farz kılındı. Yolcu ya da hasta iseniz kaza edebilirsiniz. Bu, ruhsattır. Çok hastaysan, tutmayabilirsin. Emziriyor, dayanamıyorsun, hamilesin, sıkıntıya düşüyorsun, yolcusun, zor olacak. Bu durumlarda sana izin veriyor Allah ve bunu ayetiyle apaçık bir şekilde söylüyor. (Hamilelik ve emzirme durumu ayetlerde geçtiğinden değil, hastalık ile kıyaslayarak âlimlerimizin çıkardığı bir sonuç.)

Söz konusu namaz olduğunda, şu şu hallerde kılmasanız da olur, ruhsatınız var, kaza edersiniz, diye bir ibare göremezsiniz. Namaz, ille de namaz. Her durumda, şartta, koşulda…

Namazın kazası olmaz. Bunu iyice bellemeli nefisler.

Bir de işte fıkıh bilgimiz olmadığından, Allah’ın kolaylaştırdığı şeyleri bilemiyoruz, kendi kendimizi zora sokuyoruz. Cem etmek, seferi iken namazları kısaltmak gibi şeyler var mesela kolaylık olarak. Geçenlerde bir restoranın mescidinde namaz kılıyorduk. İki kadın geldi, birisi namaz kılıyorken diğeri “Ben abdest alamadım ya, çok temiz değildi lavabolar, kaza ederim ben” dedi. (Ne kolay gidiyor dilimiz namazı kaza ederim demeye. Ah ne yanıyor içim bunları duyunca. İlk sorulacak amel, Allah Rasulu (s.a.v.)’nun gözümün nuru dediği namaz konusunda ne kadar cahiliz. Ah bu her gün tvlere çıkan hocalar, ne büyük vebal altındalar. Namazın önemini bu millete yeterince kavratamıyorlar.)

 Tam atlayıp diyecektim ki, “kaza etmeyin. Madem abdestiniz yok ve alamıyorsunuz, cem etmeye niyet edin. Şimdi akşam namazı kılamıyorsunuz, eve gittiğiniz zaman yatsı ile birleştirerek kılın”. Benden önce başka bir kadın söze girdi. Benim diyeceklerimin hepsini diyerek, cemi anlattı. İçimden ‘gitti ecirler,’ diye hayıflandım biraz ama, niyetlerimize bile sevap yazan Rabbimiz var şükürler olsun ki.

Sonra ben lavabolara indiğimde gördüm ki, abdest alınamayacak durumda filan değildi. Ama işte, namaz kılmamaya bahane ne olabilir titizlikte abide Türk kadınlarımızda: Lavabolar pisti! Ama akan su temiz! L

Yolculukta bakıyorsun, Allah demiş ki iki rekata indirerek kılın. Yine cem etme hakkın da var. Aman ya Rabbi ne kolaylıklar dini. Ama ille namaz! Bakınız kılmasan da olur, gibi bir şey hâlâ yok. Kolaylaştırıcılar var. Ama kılma, diye bir şey yok! Elli kere yazdın ya HU anladık yeter, demeyin. Elli kere daha yazacağım nefisler bunu tam anlamıyla kavrayana kadar. Namazın kazası olmaz.

Uzun uzadıya namazın fıkhı hakkında bilgiler verecek değilim elbette. Yazımın konusu bu da değil zaten. Farkındalık oluştuğunda, siz fıkıh kitaplarına bakar, bilgi edinirsiniz.

Kılmayanın hükmünü de araştırın eliniz değmişken. Bakınız, münafıklar, anlaşılmamak için beş vakit de mescide gidiyorlardı Medine’de. Neden? Çünkü Müslümanlar namaz kılıyor, gayri Müslimler kılmıyordu. Bu kadar basit. Kılıyorsan Müslüman, kılmıyorsan, gayri Müslim kabul ediliyordun. Bu yüzden de, münafıklar o namazlara sürüne sürüne geliyorlardı renkleri belli olmasın diye. Şimdi ben Müslümanım diyen ama namaz kılmayan bunca insanı nereye koyalımL Allah Rasulu (s.a.v.) diyor ki, kişinin imanı ile küfrü arasında namaz vardır. Nasıl anlarsın bu hadisi? Buyur üzerine derin derin düşün.

Namazsız bir İslam olmaz, olamaz. Hayatında namaz olmayan insanın hükmü hakkında bilgi bulamazsın fıkıh kitaplarında, çünkü böyle Müslüman örneği yoktu. Arada bir nefsine yenik düşen, tembellik eden, bir ya da birkaç vakit namaz kaçıran ya da terk eden vardı. Onlarla ilgili hükümleri var âlimlerin kitaplarda. Ama hayatında hiç namaz olmayan bir Müslüman yoktu ki. Çünkü İslam bu değil. Vallahi kardeşlerim, İslam bu değil. Namazsız bir din, istediğin kadar diğer ibadetleri yap, kalbin temiz olsun, elinden 24 saat Kuran düşmesin, sana hayır getirmez. Sahura kalkıp yemek yiyip, oruca niyetlenip yatıyorsun. Üzerine okunuyor namazlar. Çağırıyor müezzin. Sen neredesin? Sana önce oruç değil, namaz sorulacak. Şimdi, hiç kılmıyor idiysen, hemen tevbe edip başla. Geçmiş kazaları ne yapacağım’a takılıp, şeytanın seni esir almasına fırsat verme. Kılıyor ama aralarda kazaya bırakarak, kâmil manada bilincinde olmadan kılıyorduysan, artık daha bilinçli ol ve hiçbir durumda namazını kazaya bırakma.

Düşün, sana bir konu hakkında sorular sorulacak ve ona göre çok büyük bir ödül alacaksın. O konudaki bütün sorulara doğru cevap vermek için, ansiklopediler devirir, gece gündüz kütüphanelerden çıkmazsın bilgi edineceğim diye. Karşılığında alacağın geçici bir dünyalık için hem de…

Oysa sana namaz sorulacak. Ve karşılığında sen ebedi cennet ile nimetlendirileceksin. Fakat bu konuda bir kitap bile okumamışsın. Namaz kılış şeklin bile anne babandan gördüğün, Kuran kursunda hocandan öğrendiğinden ibaret. Namazı ne bozar, namazda şaşırırsam ne yapacağım, namazı ne durumda nasıl kılabilirim, gibi hiçbir fıkhi bilgiye vakıf değilsin. Nasıl hesap vereceksin? Büyük ödülü kaybetmek bir yana, bir de büyük bir cezası var bu işin Allah muhafaza. Vermek zorunda olmadığı halde sana onca nimeti bahşeden Rabbinin senden istediği beş vakit namazı kılmak, bu kadar zor olmamalı, olmasın!

Rabbim, bizi namazı dosdoğru kılanlardan eyle. Zürriyetimizden tertemiz bir nesil çıkar…

Âmin… Amin…. Âmin…

İman Nimeti

“Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız” buyuruyor Rabbimiz Kitab’ında. Namazlardan sonra dua ederken, şükrü de ekliyorum zikrime. Allah’ım ya gözüm olmasaydı, şükürler olsun, kulağım, elim,ayağım,tüm azalarım için, sağlıklı evlatlar, kendisiyle huzur bulduğumuz eş, ana-baba, kardeş…Başlıyorum. Sonra, aman nasıl hepsini tek tek sayayım ki! Birini söylesem, diğeri mutlaka eksik kalır. Rabbim, senin dediğin gibi, saymaya kalksam, sayamam. Öylesi nimetler…

Şükretmem gereken en büyük nimetin İMAN olduğunu biliyorum ama. Gece gündüz, daimen bu nimete şükretmeli. Bir kez olsun alnı secdeye değmemiş yüz binlerce insanın yanında, bana iman nimeti veren Rabbim’e şükrediyorum ki, başka bir ayetinde buyurduğu gibi “Şükredin, nimetlerimi artırayım”. İmanımız olmasa, neyimiz kalacak elimizde? Korku kaplıyor içimi. Bunca nimeti vereni unutursak, dünya hayatında böyle yaşayıp da sonumuz refaha değil hüsrana çıkarsa, diye. Allah’ım korktuklarımdan emin kıl, diyorum Rasul(s.a.v.)’un diliyle. Deprem ile birlikte gördüm ki, bir kez daha binler şükrettim ki,iman çok büyük bir nimet.

Yaşadığı onca sıkıntıya iman sahibi insanlar nasıl dayanıyor, Rabbim nasıl onların kalbine sekinet indiriyor, görüyoruz. Öbür tarafta iman ehli olmayanlara bakıyorum, kafayı yemek üzereler. Asla baş edemiyor, üstesinden gelemiyor, sürekli suçlu arıyor ve isyan ediyorlar. Acıları birken bin oluyor, psikolojileri bozuluyor ve intiharın eşiğine geliyorlar.

Bir de depremi doğrudan yaşamayanlar var. Ya deprem olursa, bize de bir şey olursa endişesi, öyle kuşatmış ki onlar da kafayı yemek üzereler. Bakıyorum yazdıklarına, paylaşımlarına, hayat zindan olmuş! Daha doğrusu, kendilerine hayatı zindan etmişler. Oysa belki de o güne çıkamayacaklar bile. Hepimiz tedirginiz, İstanbul’da oturan biri olarak benim de endişelerim var. Ama biz biliyoruz ki kul nezdinde yapmamız gereken bir şey varsa yapacağız, kenara çekilip dua edip bekleyeceğiz. İşte Allah’a olan iman yoksa, o “kenara çekilip dua edip bekleme” lüksüne sahip değilse insan, acziyetini görüyor ve o acziyet onu çıldırtıyor. Çünkü Kadir-i Mutlak bir Zat’a sığınmayı bilemiyor, kendi de zaten güçsüz. Ne yapsın? O yüzden tekraren gördüm ki şu depremden sonra, iman insana dünyada verilen en büyük nimet. Başına gelen her türlü musibeti, Rab’den geldi diye kabullenip, acısının merhemini, derdinin dermanını, hastalığının şifasını yine O’ndan bekliyor. Yoksa insan bunca acıya gerçekten katlanamaz…

Ya Rabbim, bize verdiğin iman nimetini bizden alma. Kalplerimizi dinin üzere sabit kıl. Bu iman nimetini tattıktan sonra kalplerimizi küfre meylettirme. Her daim Seni zikreden, Sana şükreden ve Sana ibadet eden kullardan olmayı bize nasip eyle. Amin…

Dağları Yıkacak Kadar Büyük Acımız…

Hiç görmediğimiz, görmeden iman ettiğimiz ve cennette kendisine kavuşmayı dilediğimiz Peygamber’imizin (s.a.v.), minicik oğlunun cansız bedeni kollarının arasında döktüğü gözyaşları canlanıyor günlerdir zihnimde. Derler ya, babası ölene “yetim”, annesi ölene “öksüz” derler de, evladı öleni tarif edecek bir kelime bile yok. Öylesi… Belki defalarca okuduğum halde, ilk kez okuyor gibi yakıyor yüreğimi. O acılar içinde karşısındaki dağa bakıp; “Ey dağ! Bendeki bu acı sende olsaydı, şüphesiz yıkılıp giderdin” demesi. Acıyı böylesi tarif etmek… Nasıl canının yandığını tefekkür ediyorum.

Nasıl derin bir acı, nasıl ağır bir yük.

Dağları yerinden oynatacak kadar büyük!

Üzülme, ağlama, bak bu da geçer, seninkinden daha büyük dertler var, şükret haline beterin beteri var… Filan demeyin insanlara. Acıyı yaşasın, yaşayalım, sonuna kadar ağlayalım, üzülelim. Gel kardeşim, benim kollarımda ağla, birlikte ağlayalım, diyelim. Dağları yerinden oynatacak kadar büyük bir keder bizimki. “Göz yaşarır, kalp hüzünlenir, ama biz Allah’a isyan edecek bir söz söylemeyiz” diyelim O’nun gibi.

Biz Allah’ın bize emrettiğini söyleriz: Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz, diyelim O’nun gibi…

Kayıplar çok büyük, yitip gidenler bizim dayanma gücümüzü belki aşacak gibi duruyor. Allah bizimle, Allah sabredenlerle, diyelim birbirimize.

99 depreminde, depremi hissetmemiştim. Evimiz gecekonduydu, bir oda bir salondu zaten. Buna rağmen, Ablam diyor ki: Öyle bir sallanıyordu ki duvarlar gidip geliyordu. Ama ben hiç hissetmedim. Gözlerimi açtığımda abimin kucağında bahçedeydim. Bir ay sonra, okullar açıldığı ilk gün, biz okula gitmemiştik. Evdeydik ve o gün artçı bir deprem daha oldu. Bu kez gündüzdü ve ben tam televizyon seyrediyordum. Vitrin gidip gelirken, aynı anda bütün dişlerim takırdamaya başladı. Kendimi tutamıyordum, vitrinle beraber zangırdıyordu dişlerim. SubhanAllah! Rahmetli anneanneciğim vardı her zamanki gibi yanımızda. Beni alıp bahçeye çıkardı biraz sakinleşeyim diye. Korkma kızım, Allah’tan her şey, korkma, dedi. Ben o gün, neden 17 Ağustos’taki depremi hissetmediğimi anladım. Buna bile dayanamamış, çok korkmuştum; 45 saniye süren 7.4 şiddetinde bir depremde aklımı kaçırabilirdim! Ben o gün anladım Rabbim beni korumuştu ve kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemeyeceğine o zaman İMAN ETTİM. Dağları yerinden oynatacak kadar büyük kederleri, minicik bir kalpte taşımaya çalışmak, çok ağır bir yük ama iman eden bir kalpse bu, karşılığını düşününce mutmain olabilir ancak. Bütün evlatlarını, malını, sağlığını kaybeden Eyüp (a.s.)’ı düşününce teskin olur sadece. Bana bunu veren Rabbim, kaldıracak gücü de verecektir, derse hafifler acısı. İnsanın düştüğü yerden kalkması, elbet zaman alır. Belki günler, haftalar, aylar… Ama düştüğü yerden daha da dibe çökmeden Rabbine secdelerle sığınırsa, dilinden O’na isyan eden sözler çıkmasın diye şeytana paye vermezse, verenin de alanın da O olduğunu unutmazsa, ayağa kalmak daha kolay ve daha sağlam adımlarla olur biiznillah…

Rabbim, bize bizden öncekilere yüklediğin yükleri yükleme!

Bizlere bu acıları tekrar tekrar yaşatma, üzerimize sabır yağdır! Yaşadığımız musibetler, felaketler bizi Sen’den uzaklaştırmasın, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa bizi nefsimizle baş başa bırakma! Böylesi anlarda şeytanın tüm vesveselerine, kandırmacalarına ve Yol’undan saptırmak için bize söylediği sözlere sağır olsun kulaklarımız. Yalnız Sen’in Kelam’ın ile teselli bulalım. Amin…

Deprem…

Beşinci gün… Her zaman kelimeler uçuşur zihnime her olayda. Kitap okurken, bir yandan yazarım zihnimde her cümlenin bana açtığı yepyeni kelimeleri. Biriyle konuşmak bile yazı konusudur benim için. Gece, kelimeler geçer gözlerim önünden de uyuyamam. Beş gündür kelimeler bile kaçıyor benden. Ne yazacaksın ki, diyorum. Bu acıyı anlatacak kalem de yok, kelime de…Sonra can dostumla konuşuyoruz. Herkes kendi elinden geleni yapıyor, Allah ne yetenek ne imkan verdiyse. Senin de yeteneğin yazmak, yazsana! Diyor. Hani o uçuşup duran kelimelerini asıl böyle bir günde yakala da dök kağıda.

Yazmak önce insanın kendini sağaltan bir şey, bilirim. Ne çok gözyaşlarıyla yazdığım yazılarım oldu, ardından kalbimi ferahlatan. Neyi yazayım, nereden başlayayım bilemedim. Acılarımı, dedim, yazayım. Heh ben de aynen böyle hissediyorum, diyecek onlarca insan için. Çünkü ben yazmadım, okumadım ve kendimi kapattığım dünyada herkes böyle mi hissediyor, bana bir şeyler mi oluyor anlayamadım. Gördüm sonra, “insan yemek yerken bile utanır mı? Ben utanıyorum” diyenleri. Böyle günde oturup yazı yazıp bir de bunları yayınlamak mı? Boş, anlamsız ve riya gibi geliyordu. Hislerimi içimde yaşamak, ruhumu kanırta kanırta ortalıkta dolaşmak, daha insancıl geliyordu. Kaç gündür gülmüyorum, kahkaha hiç atmadım. Duyguları dışa vurmanın bu saatten sonra kime ne faydası vardı sahi? Ama bu zamana kadar hep yazmadık mı her koşulda? Birlikte ağlayıp, birlikte ferahlamadık mı? Ah Rabbim, sen bizi feraha çıkar…

Benim bildiğim şey  yazmak. Devam ediyorum öyleyse…

Bedeni taşıyorum sadece bir boşluk gibi. İnsan ruh ve cesetten ibarettir ya hani, ruhu çekilmiş bir ceset gibi dolanıyorum ortalıkta. İçimi sıkan, daraltan bir his… Olur ya bazen, kötü bir şey olacakmış gibi bir his… Diyorum ki sonra ruhuma kalbime ve aklıma: Kötü bir şey oldu zaten! Çok kötü bir şey oldu, bir felaket! Durul artık sen de; yas tutma zamanı şimdi evet, tut yasını, ağla ağla ağla secdelerde, bir tek Rabbimiz var zaten, sığın O’na.

İlk üç gün hiç ağlayamadım bile. Öyle donuk, bomboş. Yiyorsun, yemeğin tadı yok; su içiyorsun, yine aynı tatsız. Sürekli bir uyku ihtiyacı, saatlerce uyusam geçmiyor. Kronik bütün hastalıklarım aynı anda bedenime saldırdı, ilaçsız duramıyorum. İlaç uyku yapıyor, uyanınca bütün gerçekler üşüşüyor ruhuma. Ah kalbim! Tekrar gözler kapanıyor, ah o gözler! Hiç açılamıyor. Modern psikoloji buna “depresyon” der, anneannem olsaydı rahmetli “canın mı sıklat gine kızım?” derdi. Ah anneannem, dizine yatar teskin olurdum olsaydın şimdi. Korkma kızım hepsi Allah’tan, derdin. Korkmuyorum ki anneanne, ürpermiyor ruhum. Acıyor, kanıyor, yanıyor. Acı bile dedi ki geçen gün bana: “Ben bile böylesini görmedim”. Acının, halimize acıdığı bir ACI! Var sen hesap et.

Belki de uykumun arasında aldığım için ilk “deprem oluyor” haberini, kâbusta sanıyorum kendimi uzun zamandır. Türkiye’de çok büyük deprem oldu, yıkılıyor her yer! Şok halini atlatmak uzun sürdü. Sanki bir film gibi, yok yok, kıyamet kopuyor ama sırayla olacak gibi. Oradan başladı, haritada yıka yıka gelecek gibi. Böyle söyleyince, korkuyorum mu sandın? Korku yok içimde, sana yemin edebilirim. En nihayetinde olanla ölene çare yok, demişler. Ve tevekkül konusunda iyiyimdir şükür ki Yaratan’a.

Ama her ruhun bir acı kaldırma kapasitesi var. Annesin, 5 evladın, hala seninle beslenen bir bebeğin var. Yaşanılan acılara karşı kurduğun empati muazzam! Artık empati kurmuyorsun, empatinin kendisi olmuşsun. Modern psikoloji buna “empat” der, Peygamberim (s.a.v.) olsaydı “Müminler birbirinin acısını hissetmede bir vücudun azaları gibidir” derdi. Ah Peygamberim. Ne acılar çekti şu dünya hayatında. Ölürken bile ağrıdan sancıdan boncuk boncuk terler dökülüyordu alnından. Evlatlarının biri hariç, hepsini yaşarken verdi toprağa. Fakat birisi vardı ki, küçücüktü daha. İbrahim. Atasının adını vermişti ona. “Ahh İbrahim, senin vefatınla çok mahzunuz” dedi sakalları ıslanana kadar ağlarken. Karşısındaki dağa bakıp şöyle dedi sonra: Ey dağ! Bendeki bu acı sende olsaydı, yıkılıp giderdin. Fakat biz Allah’ın bize emrettiğini söyleriz. “Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na dönücüleriz.”

İman etmenin ne kadar büyük bir nimet olduğunu hep idrak ederdim de, şu günlerde şükrüm de hamdım da artıyor. Yoksa böylesi bir felaket karşısında delirmemek işten değil. Neyse ki biliyorsun, ayağına batan ufacık bir diken kadar basitten tut da bu yaşadığımız koca felakete kadar her şey, müminin günahlarının dökülmesine kefaret. Halis Hoca’yı dinliyorum sonra. Diyor ki: Bu dünyada yaşadığımız, yaşayacağımız hiçbir kötü durum, ahirette yaşanacak olan kadar kötü olamaz. SubhanAllah. Hani sahabenin birisi demişti “başka hiçbir dua bilmesem bu dua bana yeter”: Rabbimiz bize bu dünyada bir iyilik ver, ahirette de bir iyilik ver ve ateşin azabından koru. Belki sarhoş ölen vardı, belki zina etmiş halde geceleyen, Rabbini inkar ederek ahirete göçen. Ürperiyorum işte bunları düşününce. Hem dünyada hem ahirette azabı tatmak gibi. Ahirette hüsrana uğrayanlardan eyleme Allah’ım bizi, diye dualar ediyorum. Ne yapacaksın peki o amel defterini sağ tarafından almak için. Sadece dua mı edeceksin? Namaz kılmıyorsan hemen başla, bir vakit bile erteleme, bak ölüm ertelemiyor. Tesettüre girmedin, bu deprem de sana bir ikaz değilse daha neyi bekliyorsun? Hadi bismillah. O enkazdan sağ çıkamayan sen de olabilirdin. Farz amellerin hepsini yapıyoruz elhamdülillah mı? o zaman gece uykudan fedakarlık yapıp iki rekat namaz mı kılsak? Beş dakikasını feda edemediğimiz o uykuda geldi felaket!

Ah diyorum sonra Rabbim, hidayet ne güzel şey ve sen dilediğine verirsin. Enkaz altından çıkarılmaya çalışılırken Kuran ayetleri okuyan da var, en sevdiği şarkıcının şarkısını açtıran da. Herkesin gönlü neyle teskin oluyorsa… Sen bizim gönlümüzü Seninle ve Kelamınla teskin olanlardan eyle, diyorum sonra. Amin. İşte korkum burada başlıyor. Böylesi bir uyarıya rağmen aklını başına almayan insanoğlu, ebediyen cehennemde olacağını bildiği halde geri adım atmayan iblis. Bunlardan eyleme bizleri. Korktuklarımızdan emin kıl. Bir kez kalplerimiz Sana ve dinine yönelmişken, bizleri tekrar küfre döndürme, ayaklarımızı dinin üzere sabit kıl. Amin.

Bütün ailesini enkaz altında kaybetmiş ve kucağında cansız yavrusuyla bir baba, Elhamdulillah ala külli hal, diyordu. Her halimize hamd olsun. Bizde bu iman gücü yok Rabbim, sen onun sabrını artır, bizim de imanımızı. Halis Hoca diyordu ki: “Rabbimiz verdiğinde nimetleri, ferah içinde yaşıyorduk. Bazen eksiltir, bazen çoğaltır. Verdiğinde iyiydi de, vermediğinde asi mi olacağız?” Ben sadece şahit oldum, yaşamadım. Ne depremi hissettim, ne bir yakınımı kaybettim. Tuzu kuru konuşmak kolay bana değil mi? Sınanmadığımız acı üzerinden ne desek boş gibi. Ama öyle değil, din nasihattir buyurdu Peygamberim(s.a.v.). Bugünde birbirimizi dinleyecek, birbirimize anlatacağız. Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz ya hani, kaç gün kaldığını bilmediğimiz şu dünyada başımıza gelen musibetlere, felaketlere sabredemeyip isyan edersek, esas yurdu ıskalarız. Ahireti diyorum yani. Bu dünya geçip gidecek, ama orası bizim asıl yurdumuz. Orayı kazanmaya çalışmak, buranın geçici olduğunu her an zihinde hazır tutmakla mümkün. Allah’ım sen göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, nefsimizle bizi baş başa bırakma.

Dördüncü günde şoktan çıkıp yas’a geçebildim ben ancak. Uzun zamandır ağlayamadığım için kendime kızıyordum. Sahi ben neden ağlayamıyordum? Anladın mı şimdi! Ayağındaki çorapları sürekli çıkarıyor bizim minik. Her seferinde yeniden çorap giydirmeye çalışırken ağlıyorum. Yan dairemiz boşaldı, alt komşumuz evde yok günlerdir, üst katımız zaten yok, en üstte biz oturuyoruz. Ev bir soğuk, tam da kışa denk geldi! Evdeki bütün battaniyeleri çıkardım, birini altlarına seriyorum ki çarşaf soğuk olur tenlerine değmesin, birini üstlerine (yorganın da altına!). Bebeğe çift battaniye örtüyorum ağlayarak. Sanki o battaniyenin birisi, başka birinin hakkıydı da biz gasp ettik gibi bir vicdan azabı. Çekmecede petibör bulmuş dört numara. Anne çaya batırıp yiyelim, diyor. Ağlıyorum. Cebinde o petibörü taşıyan amca, gözümün önünden gitmiyor. Abur cubur yedirmezsin normalde di mi kuzum! Yiyin canına yandığımın dünyasında, yiyin. Ah amcam, evlatlarına vermek için yiyememiş bile, enkazdan çıkınca onlara vereceğim, diye ağlıyor. O çaresizliğin içindeki umuda bak. Beş numara muzu gösterip istiyor. Kabuklarını soyup eline veriyorum, kenarında küçücük bir siyahlık görüyorum. Çürük gibi. Ağlıyorum. Cuma çıkışı camide lokma dağıtmışlar, büyük oğlan sevinerek eve koşuyor. Bizim ufaklıklar çok sever lokmayı. Onlar lokma yiyor, ben onlara bakıp ağlıyorum, “anne sen de yiyecek misin” diyorlar. Bir yerlerde ölen çocukların lokmasını, başka bir yerde benim çocuklarım yiyor. Ben anayım, nasıl yiyeyim o lokmaları? Hayatın acımasızlığı çarpıyor tokat gibi ruhuma. Böyle, diyorum hayat, döngü böyle.

“Anne sana ne oldu böyle, diyor büyük oğlan. Sanki yarın ölecekmiş gibi davranıyorsun. Öyle bir şey yok di mi? Yani bir hastalığın filan?” Nasıl davranıyorum ki oğlum? “Çok sakinsin, sofrada çayları döktüler, hiç tepki vermedin.” Sakinlik teskin olmaktan gelir, sükun bulmuş bir kalbim de ruhum da yok evlat, onun adı donukluk. Bir şeylerin dökülmesi, bende müthiş bir tetiklenmeye sebep olur, aşırı tepki veririm, patolojik bir vakayım yani. Su bile dökülse, öfkeden kudurtur beni. Ama heyhat! Bir bezle siliyorsun geçiyor, makineye atıyorsun yıkanıyor. Bunu defalarca kendime söylerdim. İkna olmazdı zihnim, yorgundu zira sürekli bir şeyleri toparlamaktan, tamir etmekten, yapmaktan, yapıcı olmaktan. Sen ne yaşadın ki kuzum, ne yaşadın sen! Noktasına geldi şükür.

Doktor Rabia yazmış, yaşamasa da haberlerle şahit olanlar, ciddi travma yaşayabilir, neticede yaşayan tek yönlü yaşıyor, ama takip edenler onlarcasını görüyor. İşitme engellinin videosu mu dersin, yaşlısı, genci, çocuğu mu dersin, göçük altında doğum yapanı, annesinin saçı avucunda çıkan birkaç günlük bebeği, tüm ailem enkazın altında diye dışarıda çırpınan insanları… Hepsine birden şahit olan bir yürek acıya dayanır mı? Şımarıklık yapıyor diye kızıyordum ruhuma. İnsanlar bizzat yaşadı, sana ne oluyor da hayat durmuş gibi davranıyorsun, kalk da silkelen artık! Diye. Rabia hocama şükranlarımı sunuyorum, gayet insani bir duygu yaşadığımı, ve şükür ki hala İNSAN olduğumu idrak ettim tekrar. Bu şımarıklık filan olamaz. Binlerce insanın yaşadığı pek çok acının hepsini aynı anda hissetmeye çalışmak demek. Hepsine ayrı ayrı üzülmek, yas tutmak, ağlamak demek.

Hiçbir şey yapamıyor olmanın verdiği utanç, acı, öfke de yoruyor ruhumu. Enkaz altından çıkan bebeklerden birini alalım mı, diyorum büyük oğlana. Hem süt kardeş olacağınız için namahremlik durumu da olmayacak. Gözleri doluyor. Onun yerine kendimi koyduğum zaman, alalım kesinlikle diyorum. Yetimhanelerde büyümek yerine, böyle bir ailede büyümeyi tercih ederdim. Ama kendim olarak bakınca, biz zaten beş kardeşiz ve ben bir tane daha çocuk istemiyorum, diyor. Vicdanına yük bindirdim gece gece çocuğun iyi mi? Hadi birlikte şimdi de buna ağlayalım…

Adana’dan haber geliyor bir hastaneden. Gönüllü anneler aranıyormuş bebeklere, çocuklara hastanede bakacak. Ahh yanıyor içim. Çocuk gelişimciler öncelikliymiş. Hem alaylı hem mektepliyim, gidiversem, kaç çocuğa dokunurum, sarıp sarmalarım diyorum. Elden bir şey gelmiyor oluşu, başkaca acıtıyor içini insanın.

Evlatlarımın yüzüne bile bakamadım birkaç gün. Oysa böyle durumlarda ölümü hatırlar, daha çok öper koklarım onları. Bu farklıydı ama, utanç duyuyordum her seferinde. Gece yatırırken, sizi çok seviyorum diyerek sarılıp öpüp koklayıp yatırdım. Bunu yapamayan analar adına, anasını babasını kaybetmiş çocuklar adına bir daha ağladım. Üç numara kartopu oynamak istiyordu. Kaç gündür yalvarıyor çocuk. Havanın soğuğunu, karın o kadar da çok olmadığını bahane ederek oyaladım hep. Ağladı, belki bir daha kar hiç yağmaz, ben aylarca bugünü bekledim, dedi. Gel len gel! Gidelim kartopu oynayalım seninle. Sen bana at karları, ben ağlayayım karda kışta enkaz altında kalanlara, canını zor kurtarıp sokağa kendini atabilen ve o karda aç susuz bekleyenlere, enkaz altında kalan yakınları için akıttıkları gözyaşları kar yağışlarına karışanlara. İnsan kartopu oynarken bile ağlar mıymış? Ben o gün ağladım.

Ağladım, ağladık ve daha ne kadar ağlayacağız belli değil. Gözyaşlarımızı idareli kullanamayız. Gözyaşının israfı olmaz. Ama sözlerimizi idareli kullanalım. Duaya saklayalım kelimeleri, isyana değil! Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz ya hani, O’na dönerken razı olacağı şekilde dönebilmek için, biz şimdi O’nun bize verdiği her şeye razı olmalıyız. Hatırlayamadığımız binlerce günahın altında kalan ruhumuz vardı bizim, enkaz altında kalan bedenlerimizden önce. Belki bu enkaz, o günahların yükünü çekip alır üzerimizden. Sabreder, mükâfatını Allah’tan beklersek, Allah bize bunun böyle olacağını garantiledi. Bir musibeti bir kişi yaşar, onlarca kişi ders çıkarır, ibret alır. Bu felaketi on binlerce kişi yaşadı, milyonlarca kişi ibret almalı. Ölümden korkmuyoruz, öldükten sonramızın garantisi olmadığı için korkuyoruz. Bilemiyoruz cennet mi cehennem mi varacağımız yer. Allah için amellerimizi çoğaltıp, O’ndan hakkıyla korkar isek, Kuran ve sünnetin bize gösterdiği yoldan gidersek, günahlarımıza her gün her an tevbe edersek, Rabbimiz bize zulmedici değildir. Aksine O, çok merhamet eden, her şeyi hakkıyla Bilendir. Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz buyuran Peygamber(s.a.v.)’imizin sözünü, elinde tesbihiyle teheccüdde depreme yakalanmış amca göstermedi mi bize?

Deprem sonrası bir de korku var değil mi pek çoğumuzun içinde? Yaşayanların her an tekrar olacak gibi tetikte olduğu, gece gözlerini bile kapayamadığını biliyorum ah! Bir de hiç yaşamayanların içine düşen şüphe, korku. İstanbul depremi geliyor! deyip duruyor haberler. Ne zaman olacağını elbette Allah bilir, fakat bilimin bize sunduğu gerçekler de var. Hani hamile bir kadın görürsün, bilirsin ki bu doğum yapacak. Bunu söylemek kehanet mi? Yok ya Hu ne alakası var, düpedüz gerçek! Ama o kadın tam olarak ne zaman doğum yapacak gün ve saat olarak, sezeryan mı normal mi, bebek ölü mü diri mi doğacak? Bunların hepsi bize gayb. Rabbimin yanında aşikâr bilgiler. Tıpkı buna benzetiyorum. Deprem olacak bilimsel verilerin gösterdiği kadarıyla. Ne zaman ne şiddette nasıl olur, Allah bilir. Nelere sebep olur Allah bilir. Hamile bir kadın, nasıl ki bebeğini korumak ve sağlıklı bir doğum yapmak için tedbir noktasında elinden geleni yapıp Allah’a tevekkül ediyorsa, biz de öyle yapacağız. Bu korkuyu, kaygıya ve fobiye dönüştürmeden yaşayacağız. Rabbim dilemeden bir yaprak bile kıpırdamaz, biliyoruz. Elimizden gelen bir şey varsa yapacağız. Her an ölüm gelecek korkusu, bizi Rabbimize yakınlaştırmıyorsa ruhumuz için bir felaket, ama O’na daha çok sığınmamız, daha çok dayanmamız için bizi teşvik ediyorsa bir nimet. Hayatımızı sorguladık hepimiz, dedik ki kim bilir onlar da ne hayallerle uyudular gece. Ne planları vardı. Tul-i emeli bırakmayı öğrendik. Uzun vadeli hesapları unutmayı. Küs yatmamayı öğrendik hiçbir sevdiğimizle, kalp kırmamayı. Başkalarının ne dediği ne koduğu ile uğraşarak geçireceğimiz zamanı, daha hayırlı işlerle doldurmayı öğrendik. Bunu öğrenemeyenler var mı? Elbette var! Şimdi var, sonra da olacak. Yardım ederken bile kendi reklamını yapma peşinde olanlar var mesela. Nasıl rahatsız ediyor insanı değil mi? Sponsorlu gönderi olarak düşüyor önüme, şaşkınlıktan bakakalıyorum. Aman olsun, herkes amelinin hesabını bana değil Allah’a verecek. Yeter ki yardım gitsin de o insanlara, yeter ki onların onuru korunarak iletilsin ki bu yardımlar, herkesin ameli niyetine göre karşılık bulacak. İnsanlara dilenci muamelesi yapmasınlar yeter ki, onlar fakir fukara değildi, bir gecede muhtaç duruma düştü. Tıpkı bizim de olabileceğimiz gibi. Bu da imtihanın ayrı bir parçası. Alan el olmak çok acıdır, bunu tecrübe etmiş biri olarak söyleyebilirim ki bu yazıyı okuyan ve alan el konumunda olan kardeşlerim varsa, utanmayın. Verenler sadece aracı! Esas mülkün sahibi ve size onların ulaşmasını dileyen Allah! Onları sadece vesile kılıyor, bizi vesile kılıyor. Kula teşekkür ama Allah’a şükür. Bunu güzellikle yapanlar Allah’ın rızasını kazanıp imtihandan başarıyla geçecek, insanları rencide ederek yapanlar hesabını Allah’a verecek. Siz gönlünüzü ferah tutun. Rabbim günleri insanlar arasında çevirip durur ve her nefs yaşattığını yaşar, bu dünya ya da ahirette…

Bak Kızım!

Bak kızım,

Feminizm diye bir illet var, büyüyünce duyacaksın. Ve ondan fersah fersah kaçacaksın. Yani kaçmalısın!

Bu feminizm dedikleri, İslam’ın karşısındaki en tehlikeli –izm’lerden biri. Neden mi?…

 

Allah elbette kadını da erkeği de eşit yaratmıştır ve O’nun katında üstünlük ancak takva iledir. Fakat bu dünyada işlerin bir nizam içinde yürümesi gerekir. Evlenene kadar babanın, evlenince kocanın sözünü dinliyor olman, seni alçaltmaz! Birey olmaktan da çıkmazsın merak etme! Zulme uğramadığın müddetçe, o BENini kulağının arkasına atıvereceksin. Kadının kocasına itaat etmesi farzdır, diyen Rasul(s.a.v.)’e uyacaksın. O hadisler de sahih mi ki? diyen taşkınlardan uzak duracaksın. Yüzlerce yıldır o kadar ilim sahibi alimin bilemediğini bilip(!) hadisleri yorumlamaya ve meseleyi iftira atmaya kadar vardıranlardan uzak duracaksın.

Biz üniversitedeyken, bir köşe yazarı reçel yapmayı bilmeyen günümüz kadınlarına atıfta bulunan bir yazı yazmıştı da sonra bu reçel, sembol haline geldi. Ne yani canım, reçel de yaparız, turşu da kurarız, kariyer de yaparız, çocuk da! Demeye başladılar. Her şeyi başarabiliyorlardı, bir erkekten ne farkları vardı? Hatta eşitiz filan dediklerine bakma, kendileri daha üstün ırk idiler. Çocuk doğuran, üretken kadınlar! Kendi bedenleri hakkında kendileri söz sahibi olanlar!

Başlarındaki örtüyle dillerindeki söylemi hiçbir zaman yakıştırmadım, sen de yakıştırma e mi? Örtü Kuran’da Allah’ın emri ise, diğeri de aynı Kitab’ın bir söylemi değil miydi? Yoksa onlar, Kitabın bir kısmına inanıp,bir kısmını bırakıveriyorlar mıydı? Çok güçlüydü onlar, ohoo süpersonik! Ama başlarına gelen en ufacık bir musibette DOWN oluyorlardı. Hangi güç? Hani güç?

SEN GÜCÜNÜ KURAN ve SÜNNETTEN AL KIZIM… Allah seni yarattığına göre, seni senden daha iyi bilir ve nizamını da ona göre kurdu zaten. Sen sadece uy, yeni yeni icatlar çıkarma. Sev, sevil. “Yaratıcı’ya isyanda kula itaat olmaz” düsturunu aklından çıkarmadan, yaşa!

Allah’ın dini, bireysel değil toplumsal bir dindir. Hepimiz aynı yöne secde ederiz bu yüzden. Bunlar, toplumumuzu yani önce ailemizi ifsad etmek isteyenlerin kirli oyunları ve Müslümanları da içlerine çekmiş durumdalar, bir hortum gibi…

Sen, hortumun karartısını uzaktan gördüğün an kaç kızım. Şeytanın, vesveseleri ile seni kandırmasına fırsat verme…

Sen Allah’ın ipine sımsıkı sarıldığın müddetçe, kalbin/ruhun boşlukta olmayacak ve böyle –izm’lere tutunmaya çalışmayacaksın. Allah sana yetecek, o ne güzel Vekildir…

Çocuk Kitapları

Görseldeki kitapta,hadisler hikayelendirilerek anlatılmış. Baktığımızda güzel ve faydalı bir çalışma gibi gözüken bu kitabın içinde, zina ile ilgili hadisler var mesela. Süleyman(a.s.)’ın “bu benim çocuğum” diye tartışan iki kadına verdiği hüküm yer alıyor örneğin. Hani diyor ya çocuğu kesip yarısını sana yarısını sana verelim, gerçek anne tabi ki buna razı olmayacak ve “tamam o kadında kalsın,yeter ki canı sağ olsun” diye atlayacak.

Bu tür hadislerin bir çocuk kitabında ne işi var gerçekten? Bir çocuğa zinayı nasıl açıklarsınız? Dahası, yüzlerce ahlakla, yaşantıyla ilgili hadisler varken, neden bu?Bu kitap geçen sene ufkayolculuk yarışmasında okutulmuştu ama yeni bir formatla. İçindeki zina hadisleri çıkarılmış, yeni hadisler eklenmişti. Ben bunu çok sonra fark ettim,çocuk “anne zina ne demek” diye sorunca. Çünkü biz yarışma için özel hazırlanan kitabı değil,nasılsa aynısı diye düşünerek orijinal halini edinmiştik.

Yazarın bu konuda daha hassas olması gerekirdi, yayınevinin de. Çocuk kitapları ile ilgileniyorsak, çocukları ve onların psikolojilerini de tanımalı ve dikkate almalıyız bana kalırsa.

Bunu neden anlattım? Bana soruyorsunuz özelden sürekli “hangi kitabı okuyalım?” diye. İslami kitaplarda çok büyük bir açık var maalesef. İslami kitap yayınlayan yayınevleri, işte böylesi çocukları çok düşünmeden hazırlanan kitaplar yayınlıyor; biraz muhafakazar görünenler pek etliye sütlüye karışmamak için yüzeysel değiniyor, diğerlerini söylememe gerek yok. Evet,kitap tanıtımı yapan ig sayfaları var ama sizin benden tavsiye istediğiniz tarzda değil. O nedenle ilkokul seviyesi çocuklarınız için İslami kitap arıyorsanız, üzgünüm ama tam bir tatmin sağlamak zor.

Özkan Öze’nin kitaplarını soruyorsunuz İslami kitap deyince haklı olarak. Ben çocuklara özellikle okul öncesi dönemde bilgi yüklemesi yapılmasına karşı olduğum gibi, akıllarına gelmeyen soruları da zorla akıllarına sokmayı doğru bulmuyorum. Bu nedenle Özkan Öze’nin kitaplarını (mesela küçüklerin büyük soruları seti) anneler okusun, çocukları bu tür sorular sorduğunda nasıl cevaplar vermeli öğrenebilir. Ama çocuklar için pek uygun bulmuyorum. Onun dışında elbette Küçük Sahabeler, Peygamber Efendimiz gibi kitapları kıymetli. Çaylak ile Filozof mesela kesinlikle okunmalı, bir Küçük Prens’imiz olmaya aday bir kitap bence felsefesiyle ama ortaokul yaş grubu için.

Sizin çocuklar ne okuyor o zaman diye sorarsanız, ben kitapları sevsin,bolca okusun yeter kanaatindeyim şu an. O yüzden oğlan kendisi seçiyor kütüphaneden ve genelde maceracı şeyler seviyor. Bu aralar İsmail Bilgin’e çokça takıldığını da söylemiştim(tarih merakı sardı biraz da,tarihi belgeseller seyrediyor). Onun öncesinde de Yusuf Asal, Şebnem Güler Karacan, Mustafa Orakçı, Melih Tuğtağ okumaları yapıyordu. Kız biraz daha geriden geliyor, kendisi okumayı değil, ona okunmasını seviyor. İslami bilgileri biz ders olarak ya da evde muhabbet ederken, günlük hayatın içine serpiştirerek ediniyoruz.

Sizde durumlar nedir? Çocuklarınızın en sevdiği yazar, kitaplar neler?

 

Hadis Okumaları

Çocuk anlatıyordu okulda arkadaşlarıyla yaptıkları haylazlıkları. Bir arkadaşının yaramazlıklarını, diğerleriyle birlikte onu “adam etmek” için nasıl hırpaladıklarını.

-Anne, filanca var ya, hep gıcık hareketler yapıyor, bizi sinir ediyordu. Biz de kavga ettik okulda, ona şöyle vurduk, böyle yaptık,

diyerek akran zorbalığının bariz bir örneğini sergiliyordu. Annesi, şu “adam etmek” kısmına çok takılmıştı.

-Dur bir bakalım, dedi. Peygamber(s.a.v.) zamanında birisi yanlış bir hareket yaptığında acaba nasıl davranıyordu, onu düşünelim diyerek bedevinin mescide bevlettiği o meşhur hadisi anlatmaya başladı.

Çocuklar, bedevi nedir, mescidin duvarına mı? Caminin tuvaleti yok muymuş kısımlarına takıldılar tabi en çok. Anlattı anne tek tek hepsini:

-Bedevi, çöllerde yaşayan kişilere denir. Daha çok, çadır hayatı olan bu kişilerin kültürleri ve eğitim düzeyleri çok farklıydı. Cahil insanlardı ve şehir hayatına çok uzaklardı. Adam kendi toplumu içinde olsa hiç yadırganmayacağını düşündüğü bir hareket yaptı belki. Cami dediğimiz de,sizin şimdi gördüğünüz şekilde değil elbet canım. Etrafı kerpiç kaplı, üstü yaprakla örtülü bir yapı gibi hayal edin. Peki Peygamber(s.a.v.) ne yaptı adama? “Adam etmek” için, üstüne mi saldırdı sahabelerle(HAŞA)?

-Yok tabi ki öyle yapmamıştır, dedi çocuk.

-Hee, tabi ki yakıştıramadın Peygambere ve sahabelere böyle bir hareketi. Koskoca adam gelip insanların namaz kıldıkları mescide bevledecek ve onu adam etmek için yaptıkları tek şey, o işini bitirince onu güzelce uyarmak, nasihat etmek ve orayı temizlemek olacak(bakın ona temizletmek de değil, kendileri temizliyorlar).

İnsanlar bir hata yaptığında, güzelce uyarırsın. Dinlemez devam ederse, sen ondan uzaklaşabilirsin. Terbiye etmeye çalışmak, başlı başına sıkıntılı bir kavram zaten evladım. Bizim haddimize değil insanları “adam etmek”.Biz kendimizi adam etmeye, durumumuzu düzeltmeye çalışacağız. Başkalarına ancak Peygamberî bir metot ile nasihat edebiliriz.

Çocuk, başka zaman olsa belki itiraz edecekti ama, söz konusu Peygamber hayatından bir hikaye olunca, “peki anne” deyip iç dünyasında kim bilir ne düşüncelere daldı…

Aradığınız Adalete Şu Anda Ulaşılamıyor!

Kütüphanedeyiz; kitap seçtik miniklerle. Ben bakmaya devam ederken, kızçe “ben gidip alayım, sen bakmaya devam et” diyerek kayıt alınan yere gitti. Bir süre geçti, gelmiyor. İçerisi de epey kalabalık, çocuk bölümünü bile gençler istila etmişler ders çalışıyoruz diye. N’apsın garibanlar ama e çocuklar da n’apsın! Herkesin haklı ama herkesin çaresiz olduğu öyle bir döngü. Neyse, göz ucuyla baktım ki kitap alınan yerde de sıra var. Bir yerde sıra var ve sen bu sıraya çocuk gönderdiysen, bu ülkede hataların en büyüğünü yapmışsın demektir. Öyleyse olaya acilen müdahale etmeliyim!

Gittim, küçücük boyuyla sıra bekliyor, arkasından önünden yetişkinler taarruza geçmiş durumda. Bir önündeki kadını parmağıyla işaret ederek, kaş göz etti. Ben “parmağınla gösterme, ne olduysa bana anlatabilirsin sesli olarak” derken kadın devreye girdi: “Bu kızcağız burada bekliyor, deminden beri sırasını alıyorlar, önce onun kitaplarını alsanız, bu bayandan önce” diyerek, kızçenin hemen arkasında olmasına rağmen çocuğun üstünden kitaplarını uzatan kadını işaret etti. Görevli, bizim kızın kitaplarını aldı, kadına da beklemesini rica etti. Bu durumda kadın bir iyilik yapmış gibi görünerek kendi kitaplarını aldı ve gitti. Diğeri -çocuk kafasından kitap atlatan hani- beklemeye alındı. Ama kızın o an bana anlatmaya çalıştığı, aslında o kadının da kendisinin arkasında olduğu halde öne geçtiğiydi. Hatta kadın görevliyi uyarır ve güya bizim kıza yardımcı olurken “yazık bizden önce geldi, deminden beri bekliyor” dedi. İşte bazen basireti bağlanıyor ya insanın, o an onlardan. Madem öyle sayın iyilik perisi, Senden önce geldiyse neden kendi işini halletmeden olaya müdahale etmiyorsun da, senin işin bitince kızın hakkını savunuyorsun? Hem de tevafuğa bak ki tam da annesi gelmişken!

Onca kitaplar yazılıyor, annelere anneliği ve çocuk eğitimini öğreten. Bu kitaplar çok satanlar listesinde ve yazarlarının fuarlardaki imza kuyruğu, Tanzim Satış Noktalarında bile yok. Bunca kitabı kim, neresinden okuyor diye siz de merak ediyor musunuz? Herkesin “kendine Müslüman” olduğu bir ortamda ne bekliyor ve ne istiyoruz değil mi? Yaşadığım her an şu dünyada umudumu kaybedip, nefretimi çoğalttığım saniyeler…Yazık Vallahi…

Bu ülkede adalet bekliyorsunuz… Kusura bakmayın ama daha çok beklersiniz…