Dağları Yıkacak Kadar Büyük Acımız…

Hiç görmediğimiz, görmeden iman ettiğimiz ve cennette kendisine kavuşmayı dilediğimiz Peygamber’imizin (s.a.v.), minicik oğlunun cansız bedeni kollarının arasında döktüğü gözyaşları canlanıyor günlerdir zihnimde. Derler ya, babası ölene “yetim”, annesi ölene “öksüz” derler de, evladı öleni tarif edecek bir kelime bile yok. Öylesi… Belki defalarca okuduğum halde, ilk kez okuyor gibi yakıyor yüreğimi. O acılar içinde karşısındaki dağa bakıp; “Ey dağ! Bendeki bu acı sende olsaydı, şüphesiz yıkılıp giderdin” demesi. Acıyı böylesi tarif etmek… Nasıl canının yandığını tefekkür ediyorum.

Nasıl derin bir acı, nasıl ağır bir yük.

Dağları yerinden oynatacak kadar büyük!

Üzülme, ağlama, bak bu da geçer, seninkinden daha büyük dertler var, şükret haline beterin beteri var… Filan demeyin insanlara. Acıyı yaşasın, yaşayalım, sonuna kadar ağlayalım, üzülelim. Gel kardeşim, benim kollarımda ağla, birlikte ağlayalım, diyelim. Dağları yerinden oynatacak kadar büyük bir keder bizimki. “Göz yaşarır, kalp hüzünlenir, ama biz Allah’a isyan edecek bir söz söylemeyiz” diyelim O’nun gibi.

Biz Allah’ın bize emrettiğini söyleriz: Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz, diyelim O’nun gibi…

Kayıplar çok büyük, yitip gidenler bizim dayanma gücümüzü belki aşacak gibi duruyor. Allah bizimle, Allah sabredenlerle, diyelim birbirimize.

99 depreminde, depremi hissetmemiştim. Evimiz gecekonduydu, bir oda bir salondu zaten. Buna rağmen, Ablam diyor ki: Öyle bir sallanıyordu ki duvarlar gidip geliyordu. Ama ben hiç hissetmedim. Gözlerimi açtığımda abimin kucağında bahçedeydim. Bir ay sonra, okullar açıldığı ilk gün, biz okula gitmemiştik. Evdeydik ve o gün artçı bir deprem daha oldu. Bu kez gündüzdü ve ben tam televizyon seyrediyordum. Vitrin gidip gelirken, aynı anda bütün dişlerim takırdamaya başladı. Kendimi tutamıyordum, vitrinle beraber zangırdıyordu dişlerim. SubhanAllah! Rahmetli anneanneciğim vardı her zamanki gibi yanımızda. Beni alıp bahçeye çıkardı biraz sakinleşeyim diye. Korkma kızım, Allah’tan her şey, korkma, dedi. Ben o gün, neden 17 Ağustos’taki depremi hissetmediğimi anladım. Buna bile dayanamamış, çok korkmuştum; 45 saniye süren 7.4 şiddetinde bir depremde aklımı kaçırabilirdim! Ben o gün anladım Rabbim beni korumuştu ve kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemeyeceğine o zaman İMAN ETTİM. Dağları yerinden oynatacak kadar büyük kederleri, minicik bir kalpte taşımaya çalışmak, çok ağır bir yük ama iman eden bir kalpse bu, karşılığını düşününce mutmain olabilir ancak. Bütün evlatlarını, malını, sağlığını kaybeden Eyüp (a.s.)’ı düşününce teskin olur sadece. Bana bunu veren Rabbim, kaldıracak gücü de verecektir, derse hafifler acısı. İnsanın düştüğü yerden kalkması, elbet zaman alır. Belki günler, haftalar, aylar… Ama düştüğü yerden daha da dibe çökmeden Rabbine secdelerle sığınırsa, dilinden O’na isyan eden sözler çıkmasın diye şeytana paye vermezse, verenin de alanın da O olduğunu unutmazsa, ayağa kalmak daha kolay ve daha sağlam adımlarla olur biiznillah…

Rabbim, bize bizden öncekilere yüklediğin yükleri yükleme!

Bizlere bu acıları tekrar tekrar yaşatma, üzerimize sabır yağdır! Yaşadığımız musibetler, felaketler bizi Sen’den uzaklaştırmasın, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa bizi nefsimizle baş başa bırakma! Böylesi anlarda şeytanın tüm vesveselerine, kandırmacalarına ve Yol’undan saptırmak için bize söylediği sözlere sağır olsun kulaklarımız. Yalnız Sen’in Kelam’ın ile teselli bulalım. Amin…